Uzman Klinik Psikolog Serap Sözen
Toksik/patolojik ya da bir diğer deyişle sağlıksız ilişkiler günümüz ilişki dünyasının neredeyse realitesini oluşturmakta. İlişkisel her kesişim geçmişin ötekinin nezdinde sahnelenmesi demek. Ancak hangi geçmiş? Çoğunlukla ilk ilişki nesneleriyle olan, zamanında yarım kalmış, tamamlanmamış duygusal ihtiyaçların şimdi ve buradaki ilişki nesnesi üzerine yansıtılarak tekrar ve yeni baştan oynatılması. İlişki dünyasında geçmişin hayaletlerinden azade olmuş, gerçekten “yeni” diyebileceğimiz bir ilişkiye rastlamak çok zor artık günümüzde. İlişkinin başrolündekiler farkında olsalar da olmasalar da birbirleri için birer yansıtıcı olmaktan öteye geçemezler. Geçmişi bu kadar cazip kılan nedir? Bu cazibe nedir ki yeni olanı, şimdi ve burada da yaşananı eritir kendi kotası içinde?
Bir ilişkinin ruhsallıktaki izlerini takip ettiğimizde ebeveyn olanların çocuğun ruh dünyasına kazıdığı psişik (psikolojik, içsel) izlere çıkması tesadüf değildir elbet. Her çocuk için ilk ilişki nesnesi annedir. Anne olanın ruh dünyasında bıraktığı izler sonradan yaşanacak olan tüm ilişkilere damgasını vurur. Hatta daha da ileri gidilerek denilebilir ki her ilişki anneye tekrar dönüş çabasıdır! Hayatın başladığı yer bir kadının rahmidir. Psikolojik doğumun başladığı yer ise anne olan kadının bebeğine bakışı, dokunuşu, kendi ruhsallığından ve bilinçdışından çocuğuna her teması yoluyla aktardıklarıdır. Bebek kendisinin kim olduğuna annesinin kendisine bakışındaki duygu dokusuna göre karar verir. Anne bebeğine sevgiyle mi bakıyordur? O zaman çocuk sevgiyi tanır ve sevilmeye layık olduğu inancını içselleştirir. Anne çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına duyarlı mıdır? İçinden gelerek, isteyerek, sevgi ve şefkatle o ihtiyaçları karşılamakta mıdır? O zaman çocuk ihtiyaçlarının önemli olduğunu, değerli olduğunu, önemsenmeyi hak ettiğini içselleştirir. Anne olan memesinden gelen sütü isteyerek, severek, samimiyetle mi bebeğine vermektedir? O zaman çocuk dünyanın onun ihtiyaçlarına duyarlı olacağını, bir şey istemeye hakkı olduğunu ve ihtiyaç duyup da istediği şeyleri diğer insanların ona sunacağına dair güven duygusunu içselleştirir. Anne yeri geldiğinde uygun bir biçimde çocuğuna sınırlar koyabiliyor ve her istediğinin hemen karşılanmayacağını, bekleme, sabretme ve ötekileri de hesaba katarak hareket etmeyi öğretir şekilde sınırlarını koruyabiliyorsa, çocuk dürtülerini kontrol etmeyi, en önemli şeyin kendi ihtiyaçları ve onların bir an önce karşılanması demek olmadığını, başka insanların ihtiyaçlarına ve duygularına da saygılı olmayı ve gerekiyorsa kendi ihtiyacını uygun koşullar oluşana kadar ertelemeyi içselleştirir. Anneyle kurulan ilişki, ilişki dünyasında nasıl bir insan olunacağının temelini belirleyen en önemli ilişkidir.
Burada baba olan ilk öteki hakkında da birkaç söz etmekte fayda var. Psişik dünya açısından anneden sonraki en önemli ilişki nesnesi babadır. Erkek figür olan baba anneyle çocuğu sağlıklı bir şekilde birbirlerinden ayrıştırma işlevindedir. Tabiri caizse baba, anne ile çocuk arasındaki kolaylıkla toksik/patolojik hale gelebilecek olan aşırı grift, iç içe geçmiş ilişkiye kırmızı çizgiyi yasakları ve kuralları yoluyla koyan kişidir. Anneye “sen çocuğunun değil, benim eşimsin” der gibi davranarak, çocuğa da “sen annen değilsin, annen ve benim ürünümüz olan annenden ayrı bir varlıksın” der gibi davranarak yasasıyla anne ve çocuk arasındaki ilişkinin patolojik hale gelmesini önleyendir. Güçlü, şiddet içermeyen bir otoriteye sahip, saygılı ve sınırları olan bir sevgi sunma becerisi olan baba sayesinde çocuk dünyanın her daim kendisine kucak açmaya hazır bir biçimde kendisini beklemediğini, bir şey istiyorsa alabilmek için mücadele etmesi gerektiğini, rekabet etmeyi, dış dünyanın yeni maceralara açık bir yer olduğunu, keşfedebileceğini ve başına bir iş gelirse onu koruyup kollayacak insanlar olduğunu içselleştirir. Babasına güvenen bir çocuk kendisine güvenmeyi öğrenir. Babası tarafından korunup kollanan bir çocuk kendisini de ötekilerin haklarını da koruyup saygılı davranmayı öğrenir.
Buraya kadar ebeveyn olanların çocukla ilişkileri yoluyla çocuğun ruhsal hizmetine sunduğu işlevlerden bahsettik. Peki ya bu işlevler yeterli miktarda sunulmazsa ne olur? İşlevsel bir biçimde sunulmazlarsa ne olur? Bu işlevlerden önemli ölçüde mahrum kalmış bir ruhsallık ötekiyle ilişkiye girdiğinde nasıl davranır? Yeterince içselleştirilememiş ebeveyn işlevleri nasıl bir yetişkin kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep olur?
Kişinin bedeninde oluşan yaralar gözle görünür tezahürler barındırırken ruhsal yaralar ancak ve ancak ötekiyle ilişkide, ötekiyle ilişkilendikçe açığa çıkarlar. Kendi çocukluğundan alacaklı olan ruhlar, ötekiyle ilişkiye girince istemeseler bile ötekini de yaralarlar. Bunun en kötü hali belki de narsisistik ve psikopatik karakter örüntülerinde ortaya çıkar. Çünkü onlar yara açmaktan da zevk alırlar. Bu yazının kapsamı dışında olduğu için o ruhsal yapılardan detayıyla bahsetmeyeceğim. Başka bir yazının konusu olsunlar. Şimdi daha ılımlı ancak yine de toksik süreçlerin dinamiğinden bahsedelim.
Çocukluğunda eksik/yetersiz ebeveynlik görmüş, ebeveyn işlevlerini yeterli bir biçimde alamamış ve bu yüzden de içselleştirememiş olanlar ruhsal açıdan sakatlanmış yetişkinlere dönüşürler. Kendi değerinden emin olmayan, sevildiğini hissedememiş, başkalarının da duyguları olduğunu ve saygı duyması gerektiğini öğrenememiş, dürtü kontrolü zayıf, kendi ve öteki arasında sağlıklı duygusal sınırlar oluşturamayan, başkalarının da hakları ve ihtiyaçlarını olduğunu algılayamayan, kendi ya da öteki odaklı, yaralı bereli bir kişi ilişkilendiği ötekine ne kadar sağlıklı bir ilişki vadedebilir? İlişkilendiği her insanı kendi ihtiyaçlarının nesnesi olarak gören ya da kendisini diğer insanların ihtiyaçlarını karşılamak için feda eden bir kişi hem kendisi hem de diğeri için ilişkisel cehennemi yaratmış olur böylelikle. Eksikli, gedikli, yaralı, bereli ruhsallığıyla diğeri için en iyisini istese bile bunu ona verebilecek ruhsal donanıma sahip değildir ki. Öteki tarafından zalim olarak algılanan ruhu çocukken sakatlanmış kişi, geçmişinin, kendi çocukluğunun, maruz kaldığı yetersiz ebeveynliğin mağdurudur aslında. Geçmişin mağduru bugünün ilişki dünyasında ötekinin ruhunu toksik davranışlarıyla zehirleyene dönüşür. Hele ki ilişkilendiği kişide kendi çocukluğunda benzer yaralara sahipse “toksik ilişki” olarak tanımlanan durumu yaşamak kaçınılmaz olur. Yara yarayı çeker. Toksik bir insanla ilişkisini sürdüren kişi kendi ruhunun da sakatlanmış olduğunu fark etmelidir. Toksik döngüden çıkışın tek yolu daha sağlıklı olan tarafın kendi ruhundaki sakatlığı fark etmesi ve bunu çözmek için işlevsel yollar aramasıyla mümkün olabilir. Hiçbir zalim mağduru olmadan zulmünü sürdüremez. Ve hiçbir mağdur kendi zalimini yaratmadan ruhu huzur bulmaz. Bu kabuk bağlamış bir yarayı kaşıyıp kanatmaya benzer. Tatlı tatlı kaşınan o yara çocukken ebeveynin ruhsallıkta yol açtığı izlerdir. O yarayı tekrar tekrar kanatmanın karşı konulamaz bir cazibesi olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü o yara kişinin alacaklısı olduğu duygusal ihtiyaçları, eksikli kaldığı ebeveynlik işlevleridir. İlişki dünyasında beliren “yeni” kişi geçmişten alacaklı olanların faturasının kesileceği kişi olmaya adaydır. Aşkın ilk zamanlarında yaşanan şiddeti yüksek olumlu duyguların sebebi de budur belki. “Annemin bana veremediklerini, babamın bende eksik bıraktıklarını tamamlayacak olanı nihayet buldum!” diye sevinç nidaları atar bilinçdışı. Tüm duygusal alacaklar yeni sevgi nesnesi üzerine güzelce boca edilir. O da aşkın sarhoşluğu içinde maşuğunu memnun etme arzusuyla bir anne gibi sever sevdiceğini, bir baba gibi korur kollar. Ancak menşei geçmişten kaynaklı ihtiyaçlar ve eksik işlevler nedeniyle aşkın ilk sarhoşluğu geçtiğinde tutkuyla sevilen öteki anlamayan, değer vermeyen, sevmeyen, sahiplenmeyen, desteklemeyen bir zalime dönüşür. Zalim de mağdur da o ilişkinin ürünü değildir aslında. Ortaya çıkan zalim ya da mağdur daha çok küçük bir çocukken eksik, yetersiz, işlevsiz ebeveynliğe maruz bırakılma sonucunda yaratılmışlardır.
Unutulmaması gereken şudur ki hiç kimse kendisinde olmayanı bir diğerine veremez. Veriyor-muş gibi yapmak vermek değildir. Ruhsallığı geçmişinden alacaklı bir şekilde yapılanmış olan kişi vermeye değil almaya, eksiğini, gediğini, yetersizliğini kapatmaya çalışmaya yazgılıdır. İlişkide bulunduğu kişiden de sürekli bir biçimde kendi ihtiyaçlarının karşılanmasını talep edecektir. Olgun, sağlıklı, işlevsel bir ilişkide ise alma verme dengesi çok önemlidir. Duygusal açıdan aldığınız kadar vermelisiniz de. Ya da veriyor olduğunuz kadar da almalısınız. Terazinin dengesi hangi yöne doğru bozulursa ilişkinin toksikleşmesi kaçınılmazdır. Ya da zaten toksik bir süreçtir yaşadığınız. Bir ilişki sizin sevgi, değer, saygı, anlaşılma, desteklenme, koruma, korunma, güvende hissetme, güven, sadakat gibi önemli duygusal ihtiyaçlarınızı karşılamıyorsa ve yine de o ilişkiye devam etmekteyseniz dönüp kendi ruhunuzun nasıl sakatlanmış olduğuna bakmanızın vakti gelmiş demektir. Keza benzer biçimde ilişkide olduğunuz partnerinizden sürekli almaya odaklı, alacaklarınızı hakkınızmış gibi gören, onun da duyguları ve ihtiyaçları olduğunu hesaba katmaksızın hareket eden, onun duygusal varlığını yok sayan ve sınırlarını ihlal eden bir pozisyondan onunla ilişkileniyorsanız da toksik davranışlarınızın ruhunuzun sakatlanmış olduğunun göstergeleri olduğunu idrak ve kabul eden bir yerden kendinize yaklaşmalısınız. Tanıdığınız herkes, siz kendiniz de dahil olmak üzere çocukken o ya da bu şekilde örselenmiştir. Ancak hiç kimsenin duygusal alacaklarını diğerine fatura etmeye hakkı yoktur. Kendi ruhsal açmazlarının sorumluluğunu alıp kendi üzerinde çalışmaya istekli olan kişi için -her ne kadar ruhu sakatlanmış olsa da- daha sağlıklı ilişkiler yaşama ihtimali her zaman vardır. Sorunu ötekinde arayan ve kendisine dair sorumluluk almaktan kaçınan kişi ise ilişki dünyasında bir nesneden diğerine savrulmaya, toksik davranmaya ve toksik ilişkiler yaşamaya mahkum olarak kalacaktır.
WhatsApp us